loader image
İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye Cumhuriyetinin Batı ile Gerilimli İlişkiler

Türkiye Cumhuriyeti, Asya, Avrupa ve Orta Doğu’nun kesişim noktasında yer alan stratejik bir konuma sahiptir. Bu jeopolitik konum, Türkiye’yi yalnızca bölgesel değil, küresel düzeyde de önemli bir aktör hâline getirmektedir. Dolayısıyla bölgesindeki siyasi, ekonomik veya güvenlik temelli gelişmelerden doğrudan etkilenmektedir. Özellikle komşu ve yakın çevresindeki ülkeler arasında meydana gelen en küçük ölçekli anlaşmazlıklar ya da siyasi gerilimler dahi Türkiye açısından dikkatle takip edilmesi gereken gelişmelerdir.

Bu çalışmada, Türkiye’nin batısında yer alan ülkeler ile yaşanan gerilimlere odaklanılacaktır. Coğrafi anlamda “batı” kavramı geniş bir alanı kapsamakta olup, sadece kara sınırı bulunan ülkeleri değil, aynı zamanda tarihsel, siyasi ve kültürel bağlamda yakın ilişki içerisinde olunan ülkeleri de içermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin batısında yer alan ülkeler olarak; Yunanistan Fransa, Almanya, Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Kıbrıs), Hollanda, Avusturya yer vericeğiz. Bu metinde ele alınacak “gerilim” kavramı, iki ülke arasında yaşanan doğrudan çatışmaları değil; diplomatik krizler, karşılıklı güvensizlik ortamı, askeri hareketlilik, sınır sorunları veya tarihsel anlaşmazlıklardan kaynaklanan huzursuzlukları kapsayan geniş bir çerçevede kullanılmaktadır. Gerilimler, kimi zaman medya üzerinden kamuoyuna yansıyan söylem savaşları şeklinde, kimi zaman da diplomatik ilişkilerin sekteye uğraması biçiminde kendini gösterebilmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin söz konusu ülkelerle yaşadığı tarihsel ve güncel sorunlar, karşılıklı politik tutumlar ve bu durumların bölgesel barışa etkisi analiz edilerek, Türkiye’nin dış politika dinamikleri içerisindeki konumu daha iyi anlaşılmaya çalışılacaktırTürkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında kuruluşundan bu yana Yunanistan ile olan ilişkileri, dönemsel iniş çıkışlar gösterse de genel hatlarıyla gergin bir çizgide seyretmiştir. Bu gerginliğin temelinde, tarihsel olarak Osmanlı mirasının paylaşımı, azınlık meseleleri ve özellikle coğrafi egemenlik alanlarına ilişkin anlaşmazlıklar yer almaktadır. Lozan Antlaşması’yla temelleri atılan Türkiye-Yunanistan ilişkileri, zamanla Ege Denizi üzerindeki egemenlik hakları, kıta sahanlığı, hava sahası, karasuları, adaların silahlandırılması ve Kıbrıs meselesi gibi birçok başlık altında çeşitli krizlere sahne olmuştur.

En belirgin gerilim alanlarından biri, Kıbrıs meselesidir. 1960’lı yıllardan itibaren adadaki Türk ve Rum toplumları arasında yaşanan çatışmalar, 1974 yılında Türkiye’nin Garanti Antlaşması’ndan doğan haklarına dayanarak gerçekleştirdiği müdahale ile uluslararası bir boyut kazanmıştır. Bu müdahale, Türkiye tarafından barış harekâtı olarak tanımlanırken, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi tarafından işgal olarak nitelendirilmiş ve taraflar arasındaki ilişkilerde kalıcı bir kırılmaya yol açmıştır. Kıbrıs, günümüzde hâlâ çözülmemiş bir sorun olarak iki ülke arasındaki ilişkilerde temel gerilim başlıklarından biri olmaya devam etmektedir. Bir diğer önemli ihtilaf konusu ise Ege Denizi’ndeki adalar ve deniz yetki alanlarıdır. Yunanistan’ın bazı adaları silahlandırması, Türkiye’nin bu durumun Lozan ve Paris Antlaşmalarına aykırı olduğunu ileri sürmesiyle yeni bir kriz başlığı doğmuştur. Ayrıca Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma yönündeki talepleri, Türkiye tarafından “casus belli” (savaş sebebi) olarak değerlendirilmiş ve bu durum iki ülke arasında ciddi diplomatik ve askeri gerilimlere neden olmuştur. Karşılıklı olarak ilan edilen “kırmızı çizgiler” (red lines) sayesinde çatışma sıcak savaşa dönüşmemiş olsa da, tarafların birbirlerine karşı sert pozisyonlar alması, ilişkilerde kalıcı bir güvensizlik ortamı yaratmıştır.

NATO çerçevesinde müttefik olmalarına rağmen, iki ülkenin zaman zaman birbirini NATO platformlarında zor durumda bırakmaya çalıştığı da görülmektedir. Ortak savunma ilkesi çerçevesinde hareket etme yükümlülüğüne rağmen, ikili anlaşmazlıklar çoğunlukla NATO’nun da etkisiz kalmasına neden olmakta, bu durum ise bölgesel güvenlik yapısında boşluklar doğurmaktadır. Bununla birlikte, zaman zaman liderler düzeyinde yapılan görüşmeler, ekonomik işbirliği arayışları ve doğal afetler sonrası karşılıklı yardımlaşmalar gibi yumuşama dönemleri de yaşanmıştır. Ancak bu yumuşama süreçleri çoğunlukla kısa vadeli olmuş ve kalıcı bir normalleşmeye evrilmemiştir.Sonuç olarak, Türkiye-Yunanistan ilişkileri tarihsel birikimden beslenen, çok boyutlu ve oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Her ne kadar diplomatik girişimlerle zaman zaman gerilim azaltılmaya çalışılsa da, temel sorunların çözüme kavuşmaması ilişkilerin uzun vadede istikrara kavuşmasını engellemektedir. Bu bağlamda, ilişkilerin geleceği büyük ölçüde tarafların siyasi iradesine, uluslararası ortamın seyrine ve tarafsız arabuluculuk mekanizmalarının başarısına bağlıdır. Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkiler, tarihsel olarak dönemsel iniş çıkışlar göstermiş, kimi zaman stratejik ortaklık söylemleriyle yumuşasa da genel anlamda gergin ve güvensiz bir zeminde seyretmiştir. Son yıllarda, özellikle Türkiye’nin dış politikadaki aktif bölgesel rolü ile Fransa’nın Afrika ve Akdeniz politikaları arasındaki çelişkiler, ilişkilerin gerilimli doğasını pekiştirmiştir.

Libya’daki iç savaş süreci, bu fikir ayrılıklarının somut örneklerinden biridir. Türkiye, Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Ulusal Mutabakat Hükûmeti’ni desteklerken, Fransa daha çok General Halife Hafter’in güçlerini desteklemiş, bu durum diplomatik ilişkilerde karşılıklı sert açıklamalarla sonuçlanmıştır. Fransa, Türkiye’yi “yayılmacı” bir aktör olarak nitelendirirken, Türkiye ise Fransa’nın eski sömürgeci politikalarını sürdürdüğünü ve bölgesel istikrarı tehdit ettiğini savunmuştur. Afrika’da Türkiye’nin özellikle Sahra Altı ülkelerinde artan diplomatik ve ekonomik varlığı, Fransa’nın tarihsel nüfuz alanlarıyla doğrudan rekabet oluşturmuş ve bu durum iki ülke arasındaki dolaylı çatışmaları derinleştirmiştir. Ayrıca Doğu Akdeniz’de yaşanan krizler, iki ülkenin bölgesel çıkarlarının sık sık çatışmasına neden olmuş, Fransa’nın Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile ortak askeri tatbikatları Türkiye tarafından müttefiklik ruhuna aykırı olarak değerlendirilmiştir. Emmanuel Macron döneminde ilişkiler zaman zaman ciddi şekilde gerilse de, günümüzde büyük bir kriz yaşanmamakla birlikte, ilişkiler temkinli ve mesafeli bir çizgide devam etmektedir. Macron sonrası dönemde yaşanan yumuşamaya rağmen, temel sorunların çözülmemesi nedeniyle iki ülke arasında kalıcı bir güven ortamı oluşmamıştır.Uluslararası örgütler bağlamında ise, Fransa’nın Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecine mesafeli duruşu, ilişkilerde önemli bir gerilim alanı olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’nin AB müzakerelerinde karşılaştığı engellerin önemli bir kısmı Fransa kaynaklı olup, bu durum karşılıklı güvensizliği ve siyasi gerilimi artırmıştır.

NATO içindeki iş birliği ise kimi zaman sınanmaktadır. Özellikle Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin sismik araştırma faaliyetlerine karşı Fransa’nın askeri destekli sert tutumu ve Libya açıklarında yaşanan deniz radar krizi, müttefiklik ilişkilerinde sorunlu noktalar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler, NATO’daki dayanışmanın sorgulanmasına ve taraflar arasında güven bunalımına neden olmaktadır. Türkiye–Fransa ilişkileri çok katmanlı, tarihsel derinliği olan ve uluslararası çerçevede şekillenen karmaşık bir yapı arz etmektedir. Diplomatik yumuşamalar geçici olsa da, dış politika önceliklerindeki farklılıklar ve karşılıklı güvensizlik nedeniyle ilişkilerin tam anlamıyla istikrara kavuşması uzun vadede zorluklarla karşılaşmaktadır. Bu durum, hem bölgesel hem de küresel aktörler açısından dikkatle izlenmesi gereken bir stratejik gerilim alanı olarak kalmaktadır. Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler, özellikle ekonomik bağların güçlü olması nedeniyle kopma noktasına gelmemiştir; ancak politik ve güvenlik meselelerinde devam eden sorunlar nedeniyle ilişkiler temkinli ve zaman zaman soğuk bir seyir izlemektedir. Bu durum, iki ülke arasındaki karşılıklı güvensizliğin temelinde yatan siyasi ve güvenlik odaklı meselelerle doğrudan bağlantılıdır. Almanya’da uzun yıllara dayanan büyük bir Türk diasporası bulunmakta, bu topluluk hem ekonomik hem de siyasi açıdan iki ülkenin ilişkilerinde önemli bir unsur teşkil etmektedir. Ancak Almanya’daki Türk siyaseti etkisi ve Türkiye’deki iç siyasetin yansımaları, zaman zaman iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri zorlamaktadır.

Özellikle PKK meselesi, iki ülke arasındaki güven sorunlarının merkezinde yer almaktadır. Almanya, Avrupa’daki PKK faaliyetlerinin önemli bir merkezi konumundadır ve örgütün Almanya’daki varlığı Türkiye tarafından terör örgütü faaliyetlerinin desteklenmesi olarak algılanmaktadır. Türkiye, Almanya’dan PKK’nın faaliyetlerine karşı daha sert ve etkin önlemler alınmasını talep etmekte, ancak bu talepler her zaman karşılık bulmamaktadır.Almanya’nın insan hakları ve hukuk devleti ilkeleri çerçevesinde hareket etmesi, bu konuda iki ülke arasında ciddi görüş ayrılıklarına yol açmaktadır. Bir diğer kritik mesele ise FETÖ ile mücadeledir. 2016’daki darbe girişimi sonrası Türkiye, FETÖ’nün Almanya’daki faaliyetlerine karşı kapsamlı mücadele talebinde bulunmuştur. Türkiye, Almanya’nın FETÖ mensuplarını koruduğu ve bu yapı ile yeterince mücadele etmediği görüşündedir. Almanya ise, adil yargılanma ve hukuki süreçlere vurgu yaparak bu taleplere temkinli yaklaşmakta, bu da iki ülke arasında diplomatik gerilime neden olmaktadır. Türkiye’deki ifade özgürlüğü ve insan hakları konuları da Almanya’nın eleştiri odağında yer almakta, bu durum karşılıklı olarak diplomatik soğukluğun artmasına yol açmaktadır. Almanya, demokratik normlara vurgu yaparak Türkiye’deki hukuki düzenlemeleri eleştirirken, Türkiye bu eleştirileri içişlerine müdahale olarak değerlendirmektedir.

Sonuç olarak, Türkiye–Almanya ilişkileri ekonomik bağların sağladığı güçlü zemine rağmen, PKK ve FETÖ faaliyetleri, ifade özgürlüğü konuları ve diaspora siyaseti ekseninde devam eden ciddi güvensizlik ve ihtilaflara sahne olmaktadır. Bu durum, ilişkilerin diplomatik açıdan soğuk, temkinli ve sorunlu ancak kopuk olmayan bir çizgide sürdürülmesine neden olmaktadır. İki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, karşılıklı anlayış, hukuki iş birliği ve güven artırıcı önlemlerleşekillenecektir. Kıbrıs meselesi, Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Kıbrıs) arasındaki ilişkilerde uzun yıllardır devam eden ve günümüzde de çözümünün zor olduğu temel gerilim kaynaklarından biridir. Bu sorunun temelinde tarihsel, etnik ve siyasi unsurların karmaşık etkileşimi yer almakta ve bölgesel jeopolitik dinamiklerle daha da derinleşmektedir. Kıbrıs Adası, coğrafi konumu itibarıyla tarih boyunca stratejik öneme sahip olmuş, farklı medeniyetlerin egemenliği altında kalmıştır. 1878 yılında İngiltere’nin idaresine geçen ada, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak bağımsızlık, Rum ve Türk toplulukları arasında eşitlik ve güç paylaşımı esasına dayanan bir ortaklık rejimini getirmiştir. Bu ortaklık yapısı kısa sürede çeşitli nedenlerle bozulmuş, 1963-64 yıllarında başlayan çatışmalar adadaki iki toplum arasındaki derin ayrılıkları görünür kılmıştır.1974’te Yunanistan’ın desteklediği darbe girişimi, Türkiye’nin garantör ülke sıfatıyla askeri müdahalede bulunmasına yol açmış ve Ada fiilen kuzey ve güney olarak ikiye bölünmüştür. Türkiye’nin müdahalesi sonrası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edilmiş, ancak bu devlet sadece Türkiye tarafından tanınmıştır. Uluslararası toplumun büyük çoğunluğu ise Kıbrıs Cumhuriyeti’ni (Güney Kıbrıs) yasal hükümet olarak kabul etmektedir. Türkiye ile Güney Kıbrıs arasındaki diplomatik ilişkilerin olmaması, iki taraf arasında süregelen derin güvensizliğin ve siyasi ayrışmanın somut göstergesidir. Türkiye, KKTC’nin siyasi ve güvenlik varlığını savunmakta, adadaki Türk toplumunun haklarını uluslararası arenada koruma hedefindedir. Buna karşılık, Güney Kıbrıs, Avrupa Birliği’nin bir üyesi olarak uluslararası meşruiyet kazanmış ve Türkiye’nin Ada üzerindeki müdahalelerini yasa dışı olarak  nitelendirmektedir.

Bu durum, taraflar arasında özellikle uluslararası hukukun yorumu ve egemenlik hakları konusunda ciddi anlaşmazlıklara neden olmaktadır. Türkiye’nin Ada’daki garantörlük hakları ve KKTC’nin varlığı, Rum tarafı tarafından bir işgal ve bölünmüşlük olarak görülürken; Türkiye ise Güney Kıbrıs’ın bazı uluslararası anlaşmaları tek taraflı imzalayarak Kıbrıs Türklerinin haklarını ihlal ettiğini iddia etmektedir. Son yıllarda Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz rezervleri, Kıbrıs meselesine yeni ve kritik bir boyut eklemiştir. Türkiye, KKTC’nin kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi içerisinde doğalgaz arama faaliyetlerini sürdürürken, Güney Kıbrıs ve Yunanistan bu faaliyetleri uluslararası hukuka aykırı ve hak ihlali olarak değerlendirmektedir. Özellikle, Güney Kıbrıs’ın Mısır, İsrail ve Yunanistan ile imzaladığı deniz yetki sınırlarını belirleyen anlaşmalar Türkiye tarafından tanınmamaktadır. Bu durum, bölgesel enerji kaynakları üzerindeki rekabeti ve güç mücadelesini kızıştırmış, Doğu Akdeniz’de askeri ve diplomatik gerilimleri artırmıştır. Türkiye’nin bölgede etkinliğini artırma çabaları, ABD ve AB gibi küresel aktörlerin dikkatini çekmiş, bölgesel iş birliği ve güvenlik dengeleri açısından yeni bir meydan okumaya dönüşmüştür. Kıbrıs sorunu, BM ve diğer uluslararası kuruluşların çeşitli girişimleriyle çözülmeye çalışılmıştır. Ancak, taraflar arasındaki temel anlaşmazlıklar nedeniyle kalıcı bir çözüm henüz mümkün olmamıştır. BM Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararları, garantörlük sistemi ve iki toplumlu federasyon önerileri çözüm arayışlarının temelini oluşturmaktadır. Buna rağmen, müzakereler genellikle çıkmaza girmekte, taraflar zaman zaman birbirlerinin varlık haklarını ve egemenlik iddialarını reddetmektedir.Türkiye ile Hollanda ve Avusturya arasındaki ilişkiler, son dönemde büyük bir diplomatik kriz yaşanmamakla birlikte, siyasal düzeyde belirgin gerilim potansiyelleri taşımaktadır. Bu gerilimlerin kaynağında, özellikle iki Avrupa ülkesindeki İslam karşıtı söylemler, Türkiye kökenli diasporaya yönelik politikalar ve PKK konusunda yaşanan görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu faktörler, hem iç siyasette hem de uluslararası ilişkilerde karşılıklı güvensizlik ve mesafelenmeyi artırmaktadır. Hollanda ve Avusturya’da özellikle aşırı sağcı ve milliyetçi siyasi aktörlerin yükselişi, İslam ve Türkiye karşıtı sert söylemlerin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Bu ülkelerdeki bazı siyasetçiler, seçmen tabanlarını genişletmek amacıyla Türkiye ve İslam karşıtı retoriği sıkça kullanmakta, bu da Türkiye ile olan ilişkilerin gereksiz yere gerilmesine yol açmaktadır. Türkiye ise bu söylemleri, hem kendi ulusal onuruna yönelik bir tehdit hem de Avrupa’daki Müslümanların ve diaspora topluluklarının ayrımcılığa maruz kalmasının göstergesi olarak değerlendirmektedir. Hollanda ve Avusturya’daki Türk diasporası, iki ülkenin iç siyasetinde önemli bir unsur olarak görülmektedir. Her iki ülke yönetimi, özellikle entegrasyon ve asimilasyon politikalarını sıkılaştırmakta, bu süreçte Türkiye kökenli vatandaşlara yönelik sosyal ve siyasi baskılar artmaktadır. Türkiye, diaspora üzerindeki bu politikaları yakından takip etmekte ve bu konuda sert eleştirilerde bulunmaktadır. Ayrıca, bu ülkelerdeki Türkiye kökenli siyasetçilerin faaliyetlerine yönelik kısıtlamalar ve engellemeler, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerde sıkıntı yaratmaktadır. Türkiye, diaspora üzerindeki etkisini koruyabilmek için çeşitli diplomatik ve kültürel girişimlerde bulunurken, bu durum Hollanda ve Avusturya’da zaman zaman endişeyle karşılanmaktadır. Türkiye’nin dış politika gündeminde öncelikli yer tutmaktadır Türkiye, Avrupa’daki PKK faaliyetlerini terör eylemlerinin finansmanı ve propaganda merkezi olarak görmekte, özellikle Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerden PKK’ya yönelik daha sert tedbirler alınmasını talep etmektedir. Ancak bu ülkelerdeki hukuk sistemleri ve siyasi ortamlar, PKK’nın tamamen yasaklanmasını ve faaliyetlerinin engellenmesini zorlaştırmakta, bu da iki taraf arasında güven bunalımına neden olmaktadır.

Türkiye, PKK ile mücadelede uluslararası iş birliğinin artırılmasını isterken, Hollanda ve Avusturya’nın farklı yaklaşımları bu iş birliğini zayıflatmaktadır.Özellikle Hollanda ve Avusturya’daki seçim dönemleri, Türkiye karşıtı söylemlerin tırmandığı zamanlar olarak öne çıkmaktadır. Popülist partiler, seçim kampanyalarında Türkiye’yi hedef alan retoriklerle tabanlarını mobilize etmekte, bu durum diplomatik ilişkilerin olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır. Türkiye ise bu söylemleri, iç siyasetteki milliyetçi tabanı konsolide etmek için kullanmakta ve karşılıklılık esasına dayalı sert karşı açıklamalarla yanıt vermektedir. Bu durum, iki ülke arasındaki siyasal gerilimin yapısal bir parçası haline gelmiştir. Hollanda ve Avusturya ile Türkiye arasındaki siyasal gerilimler, hem iç politik dinamiklerin hem de dış politika tercihlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İslamofobik söylemler, diaspora politikaları ve PKK meselesindeki görüş ayrılıkları, iki taraf arasında diplomatik güvensizliği derinleştirmektedir. Bu durumun aşılması için karşılıklı saygı ve anlayışa dayalı diyalog mekanizmalarının güçlendirilmesi, seçim dönemlerinde provokatif söylemlerden kaçınılması ve özellikle diaspora hakları konusunda iş birliği yapılması gerekmektedir. Ayrıca, PKK ile mücadelede ortak ve kapsamlı stratejilerin geliştirilmesi, bölgesel ve küresel güvenlik açısından da kritik önem taşımaktadır. İncelediğimiz kadarıyla, Türkiye’nin Batı ülkeleri ile ilişkilerinde İslam karşıtlığı, diaspora politikaları, terör örgütlerine yönelik farklı tutumlar ve siyasi söylemler gibi temel unsurlar gerilimlerin merkezinde yer almaktadır. Hollanda ve Avusturya’dan Almanya, Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a kadar çeşitli ülkelerle yaşanan bu diplomatik sorunlar, ekonomik iş birliği ve stratejik ortaklıklara rağmen ilişkilerin gerilimli seyretmesine neden olmaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye-Batı ilişkileri karmaşık ve çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Bu ilişkilerdeki gerilimler, sadece güncel siyasi gelişmelerle değil, aynı zamanda tarihsel ve kültürel dinamiklerle de şekillenmektedir. Dolayısıyla, karşılıklı anlayışın artırılması, diyalog kanallarının sürekli açık tutulması ve ortak çıkarların önceliklendirilmesi, bu zorlu sürecin yönetilmesinde belirleyici olacaktır.

Fatma Aslan

 

Kaynakça

https://dergipark.org.tr/tr/pub/atauniad/issue/2358/30225

https://dergipark.org.tr/tr/pub/bs/issue/44270/543412

https://dergipark.org.tr/tr/pub/muhafazakar/issue/55808/764134

https://dergipark.org.tr/tr/pub/bujss/issue/28463/303364

https://dergipark.org.tr/tr/pub/akusosbil/issue/31874/348454

https://dergipark.org.tr/tr/pub/iuydta/issue/55247/758166

https://dergipark.org.tr/tr/pub/kdeniz/issue/48671/540287

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

TÜDİM © 2025